Hani bazen, bir şarkı veya namenin dokunuşuyla geçmişin anılarının ortaya saçıldığına ve oluşturduğu yeni anılar yumağında başkasının zihninde kendini tekrar yarattığına şahit oluruz.
İşte bu şekilde tazelenen bir anıdır burada anlatılanlar;
Araya uzun yıllar girmiş olsa da yeni yetme ergen dönemi arkadaşlarımdan biriyle yıllar sonra İzmir’de buluşuyordum. Zaman içinde farklı mesleklere ve coğrafyalara savrulmuş birbirimizi unutmuştuk. Tek ortak yönümüz ikimizin de dedelerinin muhacir olmasıydı. Bizimkiler Üsküp’ten arkadaşımın ailesi ise Yunan adalarından mübadele ile Anadolu’ya gelmiş İzmir ve çevresine yerleştirilmişlerdi.
Buluşma noktasına geldiğimde heyecanlıydım. Arkadaşım yol kenarından beni arabasına aldı ve sahilde bir yerlerde otururuz diyerek sürmeye başladı. Birkaç dakikalık birbirini süzme, sessizce bocalamadan sonra yılların dostluğunun getirdiği sıcak sohbete daldık. İlk gençliğin anıları, kaçamakları, afacanlıkları ne varsa ortaya dökülmeye başlamıştı.
Bu arada arabada Türkçe başlayıp Rumca devam eden Ege havaları çalıyordu. Bir ara çalan parçalardan biri dikkatimi çekti. Çok eskilerden hatırlıyor gibiydim. Parçayı hatırladığımı ama çıkaramadığımı söyleyince arkadaşım heyecanla çalan eserin “Neden olmadı” isimli unutulmuş bir Ege türküsü olduğunu, bugüne kadar hatırlayan pek fazla kişiye rastlamadığını söyledi. Parçayı tekrar dinleyince anılar canlandı. Daha iyi hatırladım.
Çocukluğumda düğünlerin bitmesine yakın eğlenceli kıvrak havaların yerini yavaş müziklere bıraktığında çalan parçalardan biriydi. Çocuk aklımla hızlı müzik hiç bitmesin tepine tepine oynayalım ister, düğünün bitmekte olduğunu hatırlatıp uyku getirdiği için yavaş müzikleri hiç sevmezdim.
Arkadaşıma anlatıp “Bu parça çalınıp okunurken özellikle yaşlılar sessizce ağlayıp eşlik ederlerdi. Nedenini hiç anlamazdım. Sanırım sormaya da çekiniyordum.” Dedim.
Bir süre sesini çıkarmadı. Bir şey düşünüyor gibiydi. Sahil yolundan çıkmış otobana doğru ilerliyorduk. Bana dönüp “Vaktin uygunsa seni bir yere götürmek ve tesadüfen tanıdığım birinden söz etmek isterim.” Dedi. Cevap vermeme fırsat vermeden “Türküyü hatırlayan birini bulmuşken o çobanı ve oyuncağını anlatmam gerekiyor. Uzak biraz. Yolda anlatırım. Gidiyoruz” dedi.
Arkadaşımın bu samimi emrivakisine itiraz etmedim. Delikanlılık yıllarındaki çocuksu heyecanından hiçbir şey yitirmemiş olduğunu düşünmüştüm.
Tabii o sırada 100 Kilometre yol gideceğimizi, Karaburun’a yöneldiğimizi bilmiyordum. Bilseydim sanırım vazgeçirmeye çalışırdım. Ancak arkadaşım kararlıydı. Otobanda ilerlerken önce beni sorguya çekti sonra hayat hikâyesini anlatmaya başladı. Okul, iş ve ev hayatı, çocuklar yaşadıkları derken sıra hayatına giren Karaburun konusuna geldi.
Bir ara heves edip Karaburun yakınlarında Sarpıncık köyünde harap bir taş ev aldım ancak eşim ve çocuklarımın itirazıyla içini yaptırıp oturmaya niyetlenemedim. Açıkçası yalnız başıma yaşamaya cesaret edememiş insanları peşimden sürüklemeyi de insaflı bulmamıştım. Zamanla hevesim kırıldı. Ev öylece kaldı. Birkaç yıl önce eve talip çıkınca satış için Karaburun yolunu tutmuştum. Sabah başladığımız tapu işlemlerinin öğleden sonraya sarkmasını fırsat bilip köye doğru sürmüş, arabayı yol kenarında bırakıp kırda yürüyüşe çıkmıştım.
Köyde taş evde yaşama hevesin içinde kalmış olmalı.
Sorma. Daha kötüsü heves ettiğini unutmaya çabalamak oluyormuş. Unuttuğunu sanıyorsun bir yerlerden karşına çıkıyor, rüyana bile giriyor. Neyse… Satıştan sonra uzun süre oralara gidemedim. Hâlbuki hatırlarsın delikanlılıkta elimizde çadır az kamp yapmamıştık o sahillerde.
Ne yani şimdi Karaburun’a mı gidiyoruz?
Sana o çobanı anlatmam yetmez. Göstermem gereken bir şey daha var. Gidiyoruz.
Bazı huylar hiç değişmiyor diye düşünüp durumu kabullendim ve “anlat bakalım şu meşhur çobanı” diye üsteledim.
Otoyola çıkmıştık. Yol boyunca o anlattı ben dinledim;
“Sözünü edeceğim çobanla sadece bir kez karşılaştım.
Ayrılırken “Dedem haklıydı. Ömür dediğin mia tripa sto nero” demişti. Güttüğü hayvan olmasa da köy yerinde çoban diye anılıyordu. İsmini öğrenemedim. Karaburun Sarpıncık kırsalında sözünü ettiğim yürüyüş sırasında beni bir köpek grubunun saldırısından kurtarmıştı. Arabamı asfalt kenarında bırakıp havanın ayazına aldırmadan yürüyüşe çıkmış, dönüşte kestirme olsun diye anayoldan ayrılıp patikalardan yürümeyi seçmiştim. İrice birkaç köpeğin saldırısına uğramış, elimdeki sopa ile korkutmaya çalışmıştım. Köpeklerin bağırışları ve saldırgan tutumları değişmemiş, hatta bir tanesine de paçamı kaptırmıştım.
Yerden elime aldığım irice beyaz taşı fırlatmaya hazırlanıyordum ki nereden çıktığını görmediğim birinin “o taşı yere bırak” diye bağırdığını işittim. Adam tekrar taşı bırakmamı söyledi ve elini ağzına götürüp çaldığı ıslıkla köpeklerin bağırışları kesildi. İkinci ıslık ile köpekler kuyruklarını sallayarak adama yöneldiler. Çantasından çıkardığı kuru ekmeleri öbek öbek önlerine bırakıp yanıma geldi. Nefes nefese kaldığına göre koşarak gelmişti. Bana bakıp “Isırdılar mı?” diye sordu. Pantolonumun yırtılan paçasını gösterdim.
Yok ısırmadılar. Bir tanesine paçamı kaptırdım ama zarar vermediler. Sizin mi bu köpekler? Hep böyle gelen geçene saldırırlar mı?
Köpekler buraların. Sahibi yoktur, onların. Kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Sizi yabancı gördüler. Cesaretinizi sınamak için gelen yabancılara saldırır ve tepkinizi beklerler. Korkak mı? Saldırgan mı? Olduğunuzu anlamaya çalışırlar. Hiç ilgilenmeden öylece durursanız en az onlar kadar cesur olduğunuzu görür ve bulaşmazlar.
İyi de neden böyle bir şey yapsınlar ki?
İnsanlardan çekiniyor ve tanımak istiyorlar. Korkutup içinizdeki saldırganı açığa çıkarmaya çalışıyorlar. O eline aldığın taşı atsaydın birini yaralardın belki ama ellerinden kurtulman zor olurdu.
Neden böyleler?
Şehirde yaşıyorlardı. Belediye toplayıp barınaklara doldurdu. Barınaklar yetmeyince beslemesi daha masraflı olduğu için irice olanları buralara bırakmaya başladılar. Görüyorsun, yiyecekleri pek bir şey yok. Yabani zeytin ile karın doyuruyor gariplerim. Yaşadıklarını unutmuyorlar. Zamanında buralara sürülen muhacirlerin de yaptığı gibi özgür ama öfkeli birbirlerine tutunup hayatta kalmaya çalışıyorlar. Yine eziyet edebilir korkusuyla insanlardan uzak duruyorlar. Elinde sopa ile fütursuzca köpeklerin yaşam alanına girmiş birini iyiye yormalarını beklememek gerekiyor.
Peki ya siz? Sizi tanıyorlar.
Oradan buradan topladığım yemek artığı, kuru ekmek ne varsa getirip buralara bırakıyorum. Benimle anlaşmaları hayli zaman aldı. Yine de çok yaklaşmıyorlar. Açıkçası onları anlıyor ve sadakat beklemiyorum.
Bu arada köpeklere atmak için az önce elime alıp bıraktığım irice beyaz taşı yerden alıp çantasına atmasına anlam verememiştim. Beraber yürümeyi teklif etti. Geri dönüp asfalt yola mı çıksam yoksa daha kısa görünen yolu seçip yamacı aşmayı mı denesem kararsızdım. Doğrusu köpekler ötede durduğu sürece çobanın varlığı güven veriyordu. Birlikte yamaca doğru ilerledik.
Yaşını başını almış görünmesine rağmen güçlü adımlarla yürüyen biriydi. Laflayınca az ötede küçük bir yerleşim yerinde babadan dededen kalma bir evde yaşadığını anlattı. Kendimi tanıtıp ismini sordum.
“Hiç hayvanım veya sürüm olmasa da dağda bayırda dolaştığım için köyde bana çoban derler” diye yanıtladı. İsmini söylemedi. Tapu işlemleri sırasında onu tanıyan birilerine sorduğumda siyasi nedenlerle memuriyetten uzaklaştırılma tehdidi ile emekliliğe zorlanan üniversite çalışanı olduğunu, ikramiyesiyle dedesinden kalma harap haldeki taş evi onarıp köyde yaşamaya başladığını öğrenecektim. Çoluğu çocuğu hakkında kimsenin bilgisi yoktu. Dediklerine göre geleni gideni de yokmuş.
Yamaca tırmandığımızda ileride asfalt yol ve köy görünmüştü. Köpekler hayli uzakta adamın bıraktıkları ile karınlarını doyurmaya devam ediyordu. Bir süre öylece durup köyüne doğru baktı. Sonra bana dönüp “Yarım bıraktığım bir iş var. Birlikte yürümeye devam edeceksek önce yamacın ucuna varmamız gerekiyor.” Dedi. Acelem olmadığını söyledim. Birlikte yürüyüp yamacın öte ucunda yüksekçe bir yerde neredeyse bir insan boyunda üst üste konan taşlardan yapılmış kule gibi bir şeyin yanına gitti. Kule, çevredeki sarı kahverengi taşların sıra sıra dizilmesiyle meydana getirilmişti. “Siz mi yaptınız bunu?” diye sordum. Cevap vermedi. Az önce çantasına attığı beyaz taşı çıkarıp kulenin üst sırasına diğerlerinden farklı birkaç beyaz taşın arasına yerleştirdi.
Bana dönüp “Tamam şimdi oldu. Gidebiliriz” dedi.
Taş kulenin yanına gidip elimi taşların üstünde gezdirdim. Az önce yerleştirdiği beyaz taşa elimi uzattığımda “O yerini buldu bırak kalsın” dedi. İçimden hafif kafayı sıyırmış biri olduğunu düşünmeye başlamıştım. Yine de kulenin yanından ayrılmayıp açıklama beklediğimi söyledim. Cevap vermeye niyetli değildi. Israrla orada durup son yerleştirdiği beyaz taştan elimi çekmediğimi görünce yere oturup sırtını kuleye yasladı.
Çoban oyuncağı derler bu taş yığınlarına. Rahmetli dedem anlatırdı. Çobanlar otlaklarını işaretlemek için kendi boyları kadar taş kule yaparmış. Her çoban kimin otlağında olduğunu bilirmiş.
Peki ya o en üstteki beyaz taşlar?
Hak vaki olup çoban ölür veya hayvan gütmeye çıkamaz hale gelince diğer çobanlar az önce yaptığım gibi üst sıraya beyaz taş dizerek çobanı anar, “görev tamamlandı” diyerek işaretlermiş.
Dedeniz de çoban mıydı?
Dedem Yunanistan’da doğup mübadele ile gelenlerdenmiş. Öte yakada hayvanları varmış. Zamanında çobanlık yapmış. Ancak buralara gelince çobanlık yapmamış. Zeytincilik ile uğraşmış. Dediğine göre çoban oyuncağı geleneğini de buradakilere o öğretmiş.
Ortalıkta hep sarı kahverengi taşlar var. Beyaz taşlar nereden geliyor?
İyi gözlemcisin. Beyaz taş pek yok. Az önce köpeklere atmak istediğin taşı elinde görünce biraz da bunun için atmanı istemedim. Dağ bayır dolaşırsın günde bir tane ya bulur ya bulamazsın.
O da taş bu da taş ne önemi var?
Anlamadın mı? Koca bir hayattan geriye tepesi yani saçı başı ağarmış insana benzeyen bir taş yığını bırakıyorlar. Dahası, gidenin ömrünü beyaz taşlar ile mühürlemiş oluyorlar.
Bu kuleyi kim yapmıştı?
Doğrusu bilmiyorum. Benim için önemi de yok. Böyle onlarca kule var buralarda. Üzerine beyaz taş konmuş olanlara kendimce bir tane daha eklemek tamama erdirmek nedense bana iyi geliyor. Kendi hayatımda hep bir şeyler yarım kaldığı için belki de…
Yanına oturdum. Ben de sırtımı taş kuleye yasladım. “Yanılıyor da olabiliriz. Belki de hayat tam olabilecek bir şey değil…” diye yanıt verdim. Kafasını kaldırıp dikkatlice bana baktı. Uzaktan köpeklerin haykırışları duyuluyordu. Sonra az önce arabada çalarken hatırladığın türküyü okumaya başladı. Daha önce hiç duymamıştım. Sözleri çok anlamlı gelmişti;
Geldim olmadı, geldi olmadı
Gittim olmadı, gitti olmadı
Olan ne idi. Neden olmadı
Neden olmadı. Neden olmadı
Sustum olmadı, sustu olmadı
Dedim olmadı, dedi olmadı
Olan ne idi. Neden olmadı.
Neden olmadı, neden olmadı…
Türkü bittiğinde “Sahi neden olmadı?” diye sordum. Ağzının kenarında acı bir gülümseme belirdi. Bir süre öylece durdu. Sonra ayağa kalktı, bana dönüp “Eh, olduğu kadar. Hadi gidelim” dedi.
Yola koyulduğumuzda güneş öğleyi devirmişti. Saatime baktım tapu müdürlüğünün verdiği randevuya zamanım vardı. Yürürken türküyü ve kime ait olduğunu sordum. Mübadele ile gelenlerin söylediği “Neden olmadı?” isimli unutulmuş bir türkü olduğundan, dedesinin Rumcasını da okuduğundan, türkünün her iki yakada aynı sözlerle çalınıp söylendiğinden söz etti.
Anneannemi erken kaybetmişiz pek hatırlamıyorum. Dedem görmüş geçirmiş biriydi. Ömrünün son zamanlarında sağlık sorunları yüzünden köyü bırakıp şehirde kızının yanında bizimle yaşamak zorunda kalmıştı. Şehirde olmaktan hiç mutlu değildi. Günlük hayatta Türkçe konuşsa da küfürleri Rumcaydı. Kızdığı birini yanından uzaklaştırmak istediğinde “Ai Sto dialo” diye bağırırdı. Anlamını tahmin etmişsindir. Dedemi hep bir şeylere canı sıkkın haliyle hatırlıyorum. O zamanlar afacan bir ufaklıktım. Annem ve babam deli gibi çalışır o kocaman evde yalnızlığımı dedemle oyun oynayarak giderirdim. Hep bir şeyler anlatırdı. Dinlemez haylazlık yaramazlık ederdim. Onu kızdıracak yaramazlık yaptığımda da kızar “Kara Kopela” diye bağırır, azarlardı.
Yine de dedeniz size çok anı bırakmış.
Ben onun en sevdiği torunu, kara kopelasıydım. Annem ve babama kızdığım beni sevmediklerini düşündüğüm anlarda saçımı okşar “Kızma onlara. İnsanın sevdikleri için katlanmak zorunda oldukları zamanla yüreğini de köreltiyor. Kızma onlara” derdi. O yaşımda anlamazdım. Birçoğunu unuttuğum güzel sözleri vardı. Kahvesini içip gevezelik ederken “ne yapıyorsunuz?” diye soranlara hep “mia tripa sto nero” diye cevap verirdi.
Anlamı var mı?
O zaman bilmiyordum. Üzerinde durmamıştım. Zamanının tükenmekte olduğunu anlayınca bir gün kalem kâğıt alıp yanına gelmemi söylediklerini yazmamı istemişti. Okuması yazması yoktu ama ondan çok şey öğrendim. Kâğıda “İnsanlara ve kendine kızma. Ömür dediğin mia tripa sto nero” yazdırdı. Tükenmez kalem ile başparmağını boyayıp kâğıda basarak parmağının izini çıkardı. “Bu senin için, sende kalsın” dedi. Kısa süre sonra da dedemi kaybettik. Getirip köy mezarlığına gizledik.
Ne anlama geliyor?
Mia tripa sto nero: Rumcada suya bir delik açmak anlamına geliyormuş. Ben de dedemin yazdırdığı o cümle sayesinde öğrendim. Çayı kaşıkla karıştırırsan veya elini kovaya daldırıp karıştırırsan suya bir delik açarsın ya, işte öyle. Dedeme göre ömür suya bir delik açmak gibi nafile bir çabaydı.
Çok anlamlıymış.
Beni o yetiştirmişti. Bulunduğum her yerde doğruyu söylemeyi doğrudan ayrılmamayı kalbimin sesini dinlemeyi hep ondan öğrenmiştim. Ama öyle bir dünya yoktu. Bu nedenle dedeme kızmış içimden “beni neden böyle yetiştirdin” diye söylenmiştim. Bulunduğum her ortamda doğruları söyleyince hep fesatlık çıkarmakla suçlanıyordum. Herkesin uzak durduğu aksi biri oldum. Sağcısı da solcusu da dincisi de arasına almadı. Böyle biri olduğum için insanlara öfkeliydim. Dahası diğerleri gibi duruma yere uygun davranamadığım için kendime de çok kızıyordum.
Yani?
Yani dedemin sözünü ettiği suyun ne olduğunu anlayıp ona hak vermem hayli zamanımı aldı. Dönüp baktığımda ne yaşarsam yaşayayım kendi hayatımın da dedemin sözünü ettiği suya bir delikten ibaret olduğunu kabullendim. Bazen suya kapılıp sürüklendim, çoğunlukla suyu bulandıran oldum. Koca bir ömür çırpınarak geçip gitti. Ne su olabildim ne de kendim. Hep bir yan eksik kaldı. Dedemin vasiyetine uyup kendime kızmayı ve suya bir delik bile olmak istemeyen o insanları da yargılamayı bıraktım.
Peki, ne yaptınız? İnsanlardan mı kaçtınız?
Öyle de denilebilir. Kendime sığındım diyeyim. Baktım ki herkes yalnızdı ve kendi ömürlerine tutunuyordu. Bazıları suya şık bir atlayış ile girip dikkat çekiyor ilgi görüyor, çoğu ise baştan teslim olup hiç iz bırakmıyordu. Bazıları da benim gibi suyun üstünde kalmak için inat ediyor tutunmaya çabalıyordu. Oysa, suya bir delik gerçeği hiç değişmiyordu. Baktığında geride bir şey kalmasa da suya açtığımız delik kadar görünüp kayboluyorduk. Hepsi bu…
Bir süre konuşmadan yürüdük. Söyledikleri üzerine düşünüyordum. Az sonra asfalta çıkmış arabam ileride yol kenarında görünmüştü. “Peki ya çoban oyuncağı? Dedeniz, onun için bir şey söylemiş miydi?” diye sordum.
Söylememişti. Söylediyse de hatırlamıyorum. Ama her şeyin suya bir delikten ibaret olması gerçeği sanırım ona da pek adil görünmüyordu. Dedem o çoban oyuncaklarına çok önem verir her yerde o iri beyaz taşlardan arardı. Belki de çoban oyuncağı ile suya olmasa da göğe doğru tersine delik, bir iz bırakmak istiyordu. Dedim ya pek bir şey anlatmamıştı. Hayatta bunca anlamsızlık varken taşları üst üste dizmenin bir anlamı olması gerekiyor mu? Emin değilim. Yine de o beyaz taşları arayıp yerleştirmeyi bırakmadım.
Neydi sizi bunu yapmaya iten?
Suya açılan nafile bir delikten ibaret ömürden geriye, yukarı doğru taş yığını bırakmayı bir şeylere direnme çabası olarak düşünmekti, sanırım. Bu bana iyi gelmişti. Kimin yaptığı veya kimi anlattığı bilinmese de en üst sıradaki beyaz taşları tamamlanmış, dolu dolu yaşanmış olgun bir hayatı hatırlatan gökyüzüne açılmış bir taş yığını bırakma düşüncesi hiç fena fikir değildi. Köyde boş duracağıma araziye çıkıp çoban oyuncakları arıyor, onun bunun hayatına bir beyaz taş katmak için kırlarda dolanıyorum.
Kendiniz için de bir kule yapmayı istemediniz mi?
Az önce dedim ya; hayat tam olamıyor hep bir şeyler eksik kalıyor. Kule de eksik kalsın. Eksik olanın ne olduğunu bileyim. Bu da bir şeydir.
Ne diyeyim? Az önce yüreğim kalksa da iyi ki köpekler saldırmış ve iyi ki o beyaz taşı elime almışım da sizi tanımışım.
Gevezelik ettim. Eskileri anlatıp kafanı şişirdim ama bunca lafı eline aldığın o taşa borçluyuz. Belki de insanların aradığı böyle eksik bir taş. Üstelik çoğumuz aradığımızın ne olduğunun farkında bile değil. Öylece yaşayıp gidiyoruz, bu da hayat oluyor. Dedem haklıydı, ömür dediğin mia tripa sto nero…
Bu sözlerden sonra adımlarını hızlandırdı. Arabama ulaştığımda köye bırakabileceğimi söyledim. İstemedi. Elini sıktım. Dedesine ve ölmüşlerine rahmet diledim.
“Selametle” diyerek uğurladı.”
Karaburun’a doğru yol alırken arkadaşım bunları anlatıp hep o çobandan söz etti. Sarpıncık kırsalına varıp sözünü ettiği çoban oyuncaklarından birini görünce arabayı yol kenarına bıraktık. Yamaca tırmandık. Üst üste düzenli dizilmiş sarı taşlar ve en üst sırası beyaz taşlarla bezeli çoban oyuncağına sırtımızı dayadık. Oturup denize ve Sakız adasına bakındık. Sert esen rüzgâr yüzünden çok fazla duramayacağımıza çabuk ikna olduk. Yakınlarda beyaz taş olmamasına ikimiz de söylendik.
Daha sonra Karaburun iskelede mütevazı bir mekânda geçmişin anıları eşliğinde yemek yedik. Akşamın ilerleyen saatlerinde İzmir’e dönüş yoluna koyulduk.
Yorucu bir gün olmuştu. Dönüş yolunda arkadaşımın anlattığı çobanı düşündüm. O da bizler gibi muhacir çocuğuydu. Onun ailesi de çocuklarını korumak uğruna fedakârlık yaparak ömür tüketmişti.
Hayatın bazılarına hiç de adil davranmadığını düşündüm. İnsanlar düğün yerinde bile “olan ne idi, neden olmadı?” diye türkü okurken boşuna gözyaşı dökmüyordu.
Yıllar sonra gerçekleşen arkadaş buluşmasına tesadüfen eşlik eden türkü sayesinde o fedakâr insanların anıları gün yüzüne çıkmış ve onları hiç tanımayan birinin zihninde ileride anlatılacak bir başka anıya bulanmıştı. Belki, geçip giden o fedakâr insanların anılarını da yüklenip suya hep birlikte bir delik daha açıyorduk. Ömür dediğimiz öyle ya da böyle suya bir delikten ibaretti.
Sanırım, dede haklıydı…
Mehmet UHRİ